Ana sayfa Şehirler Avrupa Interrail (Bölüm 1)- İtalya

Interrail (Bölüm 1)- İtalya

226
0
PAYLAŞ
Hisilicon K3

The times we had


Oh, when the wind would blow with rain and snow


Were not all bad


We put our feet just where they had


App_indir_banner_mobil

Had to go, never to go

-Postcards from Italy (Beirut)     

Bu yaz önemli bir hayalimi gerçekleştirdim ve bunu kaleme alma vakti geldi. En sevdiğim şeylerden biri seyahat etmek. Kenara para konulacaksa harcanacağı yer seyahattir. Bugüne kadar seyahatlerimi hep bavulla yaptım. Bu kez ilk defa sırt çantasına eşyaları doldurup yola çıktım. Hedef İtalya ve Fransa’ydı.

ucakbileti_sorgula (1)

Senelerdir her yaz Interrail yapmaya niyetlensem de kısmet bu seneyeymiş. Toskana, görmeyi arzuladığım yerlerden biriydi. Çok iyi fiyata Pisa’ya THY’den promosyonlu gidiş-dönüş bilet bulmuş olmak her şeyin başlangıcı oldu. Rota’yı Toskana’ya yoğunlaştırmak istiyorduk,10 günde 5 gün biniş hakkı tanıyan Global Pass tren bileti alınca Fransa’ya da geçmeye karar verdik. Rezervasyonlar, planlar, hazırlıklar derken beklenen seyahat günü geldi. Aylar öncesinden bileti alınan uçuş, 10 Temmuzda piyango vurmuşcasına business koltuk aralığına sahip bir uçakla gerçekleştirildi ve Pisa’ya ayak basıldı.

Peki gitmeden önce yaptığımız plana ne kadar uyduk? Eh, genel hatlarıyla. Evdeki planın Interrail’e uymadığını 2. günde anladık. Fakat en güzel yanı da plana uymayan kısımlarıydı. Şimdi size planıyla ve plansızlığıyla bu deneyimimi anlatacağım.

İtalya:

Gezinin ilk gününü Pisa’da geçirdik ve gece Siena’da konakladık. Pisa ve Siena sevimli, küçük kentler. Fırsatınız varsa gidin, görün. Yaya, ayağını yola attığında duran insane saygılı bir trafiği var. Büyük şehirlerdeki trafik kültürü bizden iyi olsa da, buradaki kadar yayaya saygıyı ne Roma’da ne Paris’te gördük.

Pisa’da insanların kuleyi elleyeceğiz derken nasıl bir hayalete dokunur gibi garip şekillere girdiğini çimlere uzanıp izleyin. Şehri iki saatte baştan başa ka’t etmek mümkün. Gezi boyunca devam edecek bol karbonhidratlı beslenmemizin ilkini de burada yaptık. Fiyatlar uygundu. Pizzanın en güzelini ise daha sonra Roma’da yedik.

Sonra yakın mesafedeki Siena’ya gidin. İlk tren yolculuğumuzu Pisa-Siena arasında yaptık. Kısa bir mesafe. İlk yolculuğun tadı başka, heyecanla yapılıyor. Bana “yolda” olma hissini en çok veren vasıta trenler. Tren yolculuklarıyla duygusal bir bağım var. İstanbul’a ilk adımımı Haydarpaşa’dan atmış biri olarak trenlerle ve istasyonla bir dolu anı biriktirdim. Şimdi üstüne Avrupa trenleri ve istasyonları eklendi. Tren yolculukları düşündürücü, ilham verici. Yolculuk fark etseniz de etmeseniz de, az veya çok insanı değiştirir.

Siena barok dönemi yaşamaya devam ediyor. 21. yüzyılda cebinde akıllı telefonla ortaçağdan kalma sokaklarda dolaşırken büyük ikilem hissediyor insan. Tam moda girmiş, binaları seyrediyorken yanınızdan son model mercedes geçebilir, yokmuş gibi davranın. Büyüyü bozmayın. Yorulunca meydana gidip çeşmeden buz gibi su içip yerde oturun. Siena’daki meydanda oturmak huzur doldurdu içimi. Güvercinleri kovalayan çocukları izledim. İzlerken de “Ben kalkıp güvercinleri kovalasam insanlar ne tepki verir acaba” diye düşündüm. Bir kişinin beş yaşındayken ve yirmi yaşındayken aynı eylemi yapması, dışarıdan ne kadar farklı görülüyor. Oysa özne aynı kişi. Tek farkı çocukken toplumsal norm bilinci gelişmemiş oluyor. Yaş ilerledikçe aynı eylemi yapmak istese de ket vurmak durumunda kalıyor. 5 yaşındayken güvercin kovalayınca “çocuk”, 20 yaşından kovalayınca “deli” oluyorsun. Hayat garip, vapurlar filan.

İşlerin yolda yürümeyişi Siena’daki gezintimizin bitmesiyle başladı. Ertesi gün Floransa’da olacağımızdan geceyi Siena ve Floransa arasında geçirmek iyi olur diye düşünüp Chianti bölgesinde bir hostele rezervasyon yaptırmıştım. Chianti’ye gitmek hayli eziyet oldu. Tren kullanmak avantajlı değildi, şehirler arası otobüse kullanacaktık. Siena’dan hostelin bulunduğu Tavernelle’ye gitmek için aktarma yapmamız gereken Poggibonsi adlı küçük bir kasabada 2 saat sonra gelecek olan otobüsü beklemek durumunda kaldık. Kimsenin İngilizce bilmediği iki adımlık kasabada ilk karşılaştığımız şey ise kebapçı dükkanı oldu. İnsan gerçekten hayret ediyor. Sırt çantalı turiste uzaylı gibi bakan insanlar yaşıyor, o kadar küçük bir yer. Ama kardeşlerimiz pizzanın memleketinde gidilmemiş, kebapçı açılmamış bir nokta bırakmamaya ant içmiş belli ki. Eğer bir gün dünyayı fethedip her noktayı bir Türk yurdu yapma ülküsünü biri gerçekleştirirse bunu Kurtlar Vadisi Memati değil, kebapçıgillerden Bilmemkim Usta yapacak.

otobusbileti_sorgula2

Velhasıl bunca eziyete değdi mi derseniz, sonuna kadar! Hiç hesapta yok iken Toskana’nın orta yerinde Tavernelle diye ufacık bir kasabada dolu dolu bir gün geçirdik. Floransa’da olması planlanan ilk günü burada harcayıp, üzüm bağlarına, zeytin ağaçlarına bakmakla yetinmeyip bir de ücretsiz şarap, reçel, zeytinyağı ve türevleri meşhur şeyler tadımına katıldık, damağımız şenlendi.

Şansımıza, akşamüstü gökü yararak yağan bir yağmur eşliğinde otobüsle Floransa’ya geçtik. Geçmez olaydık dedik, ufak şirin kentlerden sonra, şehir gürültüsü ve basık havanın üstüne yarım saatte bir gelen şehir içi otobüsü eklendi. Interrail yapacaksanız beklemelere alışmalısınız. Yok efendim ben sinirden kudururum, hayatı hızlı yaşarım, metropol çocuğuyum diyorsanız Akdeniz gevşekliği yerine kuzey Avrupa dakikliğini tavsiye ederim.

Gidelim bir an önce kendimizi yatağımıza atalım derken, ucuza gelsin diye kamptan reserve ettiğimiz “tent” in çadır kumaşının demirlerle odaya çevrilmiş nihayetinde basit bir “tente” olduğunu görünce hayalkırıklığına uğradık. İlk gece sivrisinekler ve kamp alanının dibinde bulunan gece kulüplerinin sesi sebebiyle uyku haram oldu. Sabah, AB vatandaşı olmadığımızdan öğrenci olduğumuza bakmaksızın tam ücret ödeyip gezdiğimiz Uffizi Galeri çok şahaneymiş, muhteşemmiş diyorlar ama bilemedim öylemiymiş. Yorgunluktan ve uykusuzluktan keyfi çıkmadı. Floransa’da keşfedecek şey çoktu ama enerjimizin elverdiği ölçüde gezebildik.

İtalya’da insana kendini özgür hissettiren iki şey: Otobüslere kaçak binebilme ve çevredeki insanların Türkçe anlamıyor oluşu. Artık memlekette kendimi nasıl kasıyorsam, oraya gidince çenem düştü. Hayatımda yapmadığım dedikoduyu yaptım, bağıra çağıra. İçimdeki teyze ortaya çıktı. Floransa’da girdiğimiz bir kilisede gezerken başımda güneş şapkam vardı. Çıkışa doğru ilerlediğimiz sıralarda karşıdan gelen turistin biri kendi dilinde ve el işaretiyle şapkamı çıkartmam gerektiğini söyledi. Adama tamam der gibi kafa sallayıp yüzüne karşı “sana ne” anlamına gelen bir küfrü bastım. Bizim ülkede sürekli normlara uymaya çalışmak, yok etek boyuna dikkat et, yok büyüklerine yer ver darken nasıl içimde biriktiyse, adam bana ne yapmam gerektiğini söyleyince sinirime dokundu. Nihayetinde ben de camiye gelen bir turiste gidip de başını ört demem. Adama karşı bağıra bağıra küfür edince yanımdaki arkadaşlar da şaşırdı tabii. Nazik tanınan bir insandan böylesine bir tepki beklemiyorlardı. Yaptığım terbiyesizce miydi? Yok valla İstanbul’da bütün saygısız insanlara, gözleriyle birini yiyen adamlara küfür ediyorum aslında ama hep içimden içimden. İçime atmamak nasıl rahatlattı, nasıl hafifledim anlatamam.

Kamptaki 2.gece de yarı uyur uyanır bir şekilde atlatıldı ve ertesi gün Cinque Terre adı verilen beş köye gittik. Floransa’dan buraya geçerken ilk defa Interrail biletimize tarih yazdık. Meşhur mu meşhur 5 köyün üçünü gezebildik sadece. Deniz kenarında, küçük evlerin bulunduğu sevimli Akdeniz köyleri. Görsellere girip aratırsanız ne kadar güzel olduklarını daha iyi anlayabilirsiniz. En son durağımızda deniz kenarında oturup gün batımını, denizi ve kuşları izledik. Interrail’de kendimi en mutlu ve huzurlu hissettiğim an orasıydı. Nefes aldığıma, sağlıklı olup orayı görebildiğime şükrettiğim anlatılmaz yaşanır bir yer. Çevrenizdeki insanlara, harekete rağmen denize bakarak zamanı durdurabilirsiniz. “Ruhunu dinlendirmek” dedikleri bu olsa gerek. Eşsiz bir terapi. 21 yıllık en huzurlu yerler sıralamamda ilk beşe girer.

Tuvaletin 200 m uzakta olduğu, sivrisinek dolu, her yanı ses ve hava geçiren, tozlu bir tentede uyumaktan daha kötü ne olabilir? Söyleyeyim, altılı kompartmanda tanımadığın insanlarla yatmayan bir koltukta 2 günlük uykusuzluğun üzerine 8 saatlik bir yolculuk yapmak. Filmlerde gördüğümüz karşılıklı üçer koltuk bulunan altılı kompartmanların sahisini ilk defa o gece gördüm. İtalya’nın göçmenlerinin ve mal taşıyan tüccarlarının tercih ettiği gece treninde, sonsuzluk gibi gelen saatler geçirdik. Hiç tanımadığım adamlarla karşı karşıya daracık bir odada bulundum. Bir ara klostrofobi sahibi olabileceğimi bile düşündüm. Bir zamandan sonra önyargılı olmamak gerektiğine kanaat getirdim. Hırsızlık yapmak gibi bir niyetleri olmadığına da ikna olunca az biraz uyuyabildim. Daha sonra aynı tarz trene, Cenova- Ventimiglia arasında gündüz vakti kısa bir yol için binecektik. Gece treninde göçmen yoğunluğu olduğunu söylemiştim. En çok ilgimi çeken, göçmenlerin karşısındaki insanla göz göze gelmiyor ve insanları baştan ayağa süzmüyor oluşları. İstanbul’da da Paris metrosunda da metroda da insanlar birbirlerini gözleriyle yiyor. Karşı karşıya oturunca birbirimizi, giydiklerimizi baştan aşağı süzüyoruz. O gece aynı odada bulunduğumuz göçmenler ise bir saniye olsun bunu yapmadı.

Plan Napoli’ye inip akşam Roma’ya dönmekti ancak tren Roma’da durunca kendimizi istasyona attık. Napoli eksin kalsındı. Kaldı da.

Kargaların mamalarını yemediği saatte indiğimiz Roma’da adeta şansımız döndü. Hostel-kamp-gece treni düşüşünden sonra Roma’da çok uygun fiyata kaldığımız bed and breakfast oda, bize 10 yıldızlı gibi göründü. Fiyatı bir yana, merkezi konumu, her saat tıkınılabilen mutfağı, tertemiz banyosu ve sevimli işletmecisi ile gönlümüzü çaldı. Otele geldiğimizde bizi bizzat karşılayan Damiano ağbimiz bir de harita üzerinden bir özet çıkarıp hayatımızı kolaylaştırdı, sağolsun. Adamın ilk tavsiyesi ise önce biraz uyuyun oldu. Artık nasıl perişan göründüysek kendisine.

Roma genel olarak kalbimizi fethetti. Yemeklerinden mi insanlarından mı tarih dolu sokaklarından mı başlamalı bilmiyorum. Aslında biliyorum, tabi ki yemeklerden. İtalya’da sürekli makarna- pizza tüketmek bir süre sonra sıkıntı yaşatıyor açıkçası. Demeliyim ki, hayatımın en lezzetli pizzasını da fırında sebzesini de burada yedim. Kullandıkları domates soslarına mı parmesana mı öleyim. Bu Damiano ağbimiz otele yakın mesafede Luzzi diye bir yer tavsiye etti. Her daim kapıda sıra var. Neşeli garsonlar servis yaparken opera söylüyor. Muhteşem yemekler yapıyorlar. Nerdeyse her gün uğradık. İtalyanların çoğunun neşeli olduğu bir gerçek. Sohbeti, yemeği ve şarabı seviyorlar. İnsan İtalya’da kendini iyi hissediyor.

Roma sokaklarına gelirsek, gecesi ayrı gündüzü ayrı güzel. Gündüzü temmmuzda kuru sıcak ama gecesi tam sokaklarda avare avare yürümelik. Roma’daysanız Colleseum’u ve İspanyol merdivenlerini gece görmeden dönmeyin.

Tarihi koruyorlar. Hayran olunası yapılar olduğu gibi duruyor. Yüksek katlı bina görme ihtimaliniz yok. Alışveriş için süpermarket de hiç göremedik. Her yer bakkal manav. Sanırım küçük esnafı da koruyorlar. Ah Roma!

Planda Roma’dan sonra gece treni ile Nice’e geçmek vardı. Ancak deneyimimizden sonra gece trenlerine tövbe etmiştik. Roma’da her şey bu kadar şahane olunca bir gece fazladan kaldık. Bir günümüzü de yakın mesafede Marinella adında bir sahil kasabasında denize girerek geçirdik. Orada İtalyanları daha fazla gözleme şansım oldu. Kültürel anlamda yakın noktalarımız olduğunu söyleyebilirim. Geniş ailelerini, çocuklarıyla ilişkilerini, çabuk ahbaplık kurmalarını memleketim insanına benzettim.

Ertesi sabah erken saatlerde yola çıktık. Cenova üzerinden aktarmayla önce Fransa sınırındaki Ventimiglia’ya gidecek ve oradan bölgesel Cote D’azur treniyle Nice’e geçecektik.

Gezinin 2. bölümü Fransa için tıklayın.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here