Gezi planımızda ağırlık İtalya’daydı. Global Pass satın almaya karar verdikten sonra Fransa’ya da geçip en merak ettiğimiz iki yeri seçmeye karar verdik. Yaza uygun olarak sahil şehri Nice ve ünlü başkant Paris’i de plana ekledik. Yazının ikinci bölümünde Nice ve Paris’e dair deneyimlerimi anlatacağım.
Fransa:
Bıraksan Roma’da tatili bitiririz halet-i ruhiyesi içerisinde tek motivasyon kaynağı Nice’in meşhur denizini görmekti. Roma’dan bir saatlik Marinella’ya gidip denize girmeyi başarmış olsak da güneye inmek ve “Nice’te denize girdik” demek için bütün bir günümüzü yolda geçirmeye razı olduk. Konaklamadan yeterince tasarruf ettiğimizden hızlı trenlere verilecek rezervasyon ücretlerinden kaçmamaya ve seyahatimizin konforunu arttırmaya karar vermiştik. Ventimiglia’ya dek sorunsuz gittik. Arada hatta iki saatliğine Cenova’nın şehir içini görme fırsatı da elimize geçti, belki biz yanlış yerde dolaştığımızdan, şehirden hiç hoşlaşmayıp vaktimizin çoğunu istasyonda pinekleyerek sonraki treni bekleyerek geçirdik. Cenova’dan Ventimiglia’ya varıp Cote D’azur yerel trenine bindik.
Her şey sorunsuz gibi görünürken trenimiz Monte Carlo’ya geldiğinde durdu. Ardından bir Fransızca anons yapıldı. Yolcuların bir kısmı trenden indi. Bu bir kısım turist olmayan kısmıymış, tren geriye gitmeye başladığında fark ettik. Bir Amerikalı çift tren görevlisine ne olduğunu sordu. Kadının dili pek dönmedi ama bir dahaki istasyonda inip ileri gidecek sıradaki trene binmemiz gerektiğini anlayabildik. Fransızlar neden İngilizce konuşmuyor mevzusuna girmek istemiyorum ama en konuşmaları gereken durumda konuşsalar, mesela turistleri de düşünüp İngilizce anons yapsalar fena olmaz. İstasyonda inince yaklaşık 40 dakika tren gelmesini bekledik; bütün trenlerde rötar vardı. Monte Karlo’da tren yeniden durdu. Bir anons daha yapıldı. Bu sefer yanımızdaki yolculara ne dendiğini sorduk. Trenin bir süre duracağının söylendiğini tercüme ettiler. Bu arada trende muhabbet koyulaşmaya başladı. Amerikalı bir çocuğa saksofonuyla mini bir konser vermesi konusunda ısrar edildi. Ufak dinleti sırasında, ikinci bir anonsla trenin ne zaman kalkacağının belirsiz olduğu söylenince inip şehri dolaşmaya karar verdik. Çalışanlardan birine trenin ne zaman hareket edeceğini sorduk. Verdiği yanıt: “Bir kadın kendisini trenin önüne atarak öldü, şu anda polis geldi, ceset parçalarını topluyor. Ne zaman işleri biterse o zaman hareket edecek. Biz de bilemiyoruz.” oldu. Dünya’nın en pahalı kentlerinden birinde intihar eden bir kadın yüzünden mahsur kalmıştık! İlginç bir durum oldu tabii. İnsan neden Nice’ giden bir trenin önüne atar kendini ve neden Monte Karlo’da?
Gardan çıkınca Starbucks görünce internete bağlanmak için bir süre oturduk. Sırtında matla çantayla dolaşınca insanlara Monako’nun elit vatandaşları biraz garip bakıyorlar. Monte Carlo’nun en ucuz yeri de Starbuck’tı heralde. Emlakçı vitrininde gördüğümüz satılık ev fiyatlarının 1 milyon euro’dan başladığını düşününce özellikle. 2 saatlik bu küçük, bağımsız, ultrazengin prensliğindeki turumuzun ardından ortamlarda “bir ülke daha gördük” deriz diyerekten süperlüks gara geri döndük. Tren de biraz daha bekledikten sonra geldi ve Nice’e geçtik.
Nice’de bir arkadaşın arkadaşının evinde kaldık. Geç saatte gitmemiz uzunca muhabbet etmemize engel olmadı. İnsan farklı kültürler görünce çok şey öğreniyor.
Sabahleyin ilk hedefimiz Akdeniz’di. Denize girme fırsatımız oldu ama hava kapalı ve deniz dalgalı olduğundan uzun süremedi. Neticede, Nice’de denize girdim. Kayıtlara geçilsin. Sahili kumsal değil, taş. Ancak denizi açık mavi, masmavi. Nice’de Fransız arkadaşlar da edindik. Herhangi bir kopmalar, beach partyler falan söz konusu değil. Nice bildiğimiz emekli sahil kenti. Şaşırdınız muhtemelen. Ben de öyle beklemiyordum, haklısınız. Nice’i kuşbakışı gören kaleye gidip manzaraya doyduk. Çarşısında gezdik. Nice is nice.
Gece treninde bir gece yerine arkadaş evinde bir gece kalıp sabah erken saatlerde başkente doğru yola düştük. Paris’e giden trene bindiğimizde bilete son tarihi atacaktık. Bir de ne görelim! Ayın 11’inde başlattığımız 10 günlük biletimizin son günü ayın 20’siymiş. Peki o gün ayın kaçıydı dersiniz. 21’i. Bunu biz farketmemiştik. Bize yer rezervasyonu yapan memur da uyarmamıştı. Savunmamız buydu ama yusuf yusuf olmamıza yetti tabi durum. Normal fiyatı 100 euro civarı olan trende ceza kesilse ne kadar tutardı. Ödeyemezdik. Ödeyemezsek yaptırımı ne olurdu?
Bir kaç istasyon geçip de koltuklar dolana kadar kontrol olacağını sanmıyorduk. Bir saat sonra kahvaltı için kafeteryaya geçtiğimizde kontrolcülerin geçtiğini gördük. Bizim yerleri geçmişlerdi ve kafeteryada da bilet sormuyorlardı. Derin bir nefes aldık. Tekrar yerimize döndük. Kaba bir Fransızla muhatap olduk ama ona girmeyeceğim. Bir saat kadar oturunca biraz dolanalım diye kalktık ve bir sonraki vagonda kontrolcülerle karşılaştık. Kalbim hızlı hızlı atmaya başlamıştı ki, yol verdiler geçelim diye. Telaşa mahal vermeden kafeye gittik. Tahmin edeceğiniz üzere kalan bütün vakti burada geçirdik. 5 saatlik yolculukta 3 seferlik kontrole yakalanmamayı başardık. Kontrole girsek ne olurdu acabasını ben bilmiyorum. Ama bir zafer kazanmış sevinciyle Paris’e inmiş olduğumu biliyorum.
Paris’te kanepe sörfü sitesinde tanıştığımız bir çiftte konakladık. Şahane ağırlandık. Kanepe sörfü olayı uzaktan bakınca güvenilmez görünüyor ancak birtakım güvenlik detaylarına gore insan seçerseniz sanıldığı gibi korku dolu bir tecrübe yok sonunda. Bir şehiri tanımanın en iyi yollarından biri oradaki insanların günlük yaşamlarını, alışkanlıklarını, ne yiyip ne içtiklerini yakından görmek. Kaldığımız çiftin dış işlerinde çalıştığını öğrenince sadece kültüre dair değil, Fransız siyasetine dair de birçok şey öğrendik.
Paris güzel, geniş caddelerde şık giyimli insanları var. Lüks restoranlar, lükse mağazalar var bolca. Şanzelize’ye uğramamak olmazdı tabi. Hayat bizim için pahalı. Paris’ten alış veriş yapacaksanız kozmetiği es geçmeyin. Türkiye’ye kıyasla gerçekten ucuz.
Düşünceme göre kısıtlı zaman dolayısıyla şehrin tam hakkını veremedik. Bir hafta kalıp yavaş yavaş, detaylıca gezerek sindirilmesi gereken bir şehir. İnsanın iştahını kabartan sanat müzeleri var ki vakit sıkıntısından Louvre’a girememek en çok içimde kalan şey! Metroyla her noktaya ulaşmak övüldüğü kadar iyi ancak İstanbul’un metrosu hizmet kalitesi anlamında daha iyi. Bu konuda şaka yapmıyorum. Havasızlık, klimasızlık ve sık sık arıza yapan eski araçları düşününce yaz sıcağına karşı İETT metrosunun Paris’ten çok daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Paris tipik bir metropol. İnsanların suratsızlığı, metroda dik dik bakıp birbirlerini kesmeleri açısından İstanbul’da aşağı kalır yanı yok.
Paris son şehrimizdi. Sadece Paris’i görmek için bir gün geri dönmeyi dileyerek havaalanına Türkiye’ye dönüş gene Pisa’dan olacağından Roma-Pisa uçak bileti almıştık. Çok gezenlerin iyi tanıdığı bir havayolundan, Ryanair’den. Gitmeden dünya kadar yorum okuduk. Çantalar, rötarlar, yemekler hakkında. Çanta ağırlığı konusunda sıkıntımız olmadı. Gecikme meselesi ise şöyle, uçağımız 2 saat geç gelip, bilette yazan planlanan uçuş süresinden 1 saat kısa sürdü. Totalde 1 saat geciktik yani. Uçak nasıl erken indi bilmiyorum. Ancak yaptığım en ilginç uçuştu. Paris’in epeyce dışındaki ufak havalimanından kalkan son uçaktı. Öyleki uçak indi, binecek yolcular dışarı alındık, arkamızdan havaalanı kapatıldı. Yarım saat kadar dışarıda uçağın uçuşumuza hazırlanmasını bekledik. Uçağının üzerine “Bye bye Easyjet” yazan firmanın mizah anlayışını size bırakıyorum. Ben o sırada bildiğim duaları okumakla meşguldüm, kafa yoramadım. Bizi içeri aldıktan sonra hostesler hızla yolcuları oturttu, pratiklikle valizleri kabine yerleştirdi ki doğrusu amatör sanmakta hatalı olduğumu fark ettim. Nihayetinde de sağ salim bizi Pisa’ya ulaştırdılar.
Gece ise havaalanında geçti. Uyuyan bir çok insan vardı. Benim için bir ilk oldu. Kamptan daha iyiydi. Net. Polisler uyandırmıyor, havaalanı kapatılmıyor, yeni temizlenen tuvaletleri ilk kullanandım. Dönünce ilk işim ‘havaalanında uyumak’ adlı siteye değerlendirme yazmak oldu. Eğer havaalanında uyumuşsanız katkıda bulunun. Uyuma niyetiniz varsa yorumlara bakıp öyle kararınızı verin. Gördüğüm en yaratıcı paylaşım alanlarından biri.
15 gün ardından kürkçü dükkanına döndük. Gezerken söylendim, bitse de gitsek, bir daha da gelmem, bu ne kadar yorucu, bu çanta ne kadar ağır dedim, dedim ama bir daha olsa bir daha giderim.
Gezinin 1. bölümü Kuzey İtalya yazısı için tıklayın.